DÜNYAİNSAN HAKLARIMEDYA ANALİZSon DakikaTÜRKİYE

Mevlit Kandilimiz Mübarek Olsun

MUHAMMED RESULULLAH…

“La ilahe illallah” gibi yüce bir söz ve imanın direği, nasıl ki “la” ve “illa” olmadan değerini yitirip farklı anlamlara bürünüyorsa, Resulullah’ın (s.a.a.) peygamberliğine, kulluğuna ve resullüğüne atıfta bulunmadan şehadet getirmekte tevhide aykırı olmakta, içinde Resulullah’ın (s.a.a.) bulunmadığı tevhid şirke dönüşmektedir. Çünkü Allah’tan (c.c.) başkalarının ilahlığını red etmekle sorumlu kılınmış olan ins-u cin, bu red ve tasdik mevzusunun hakikatini ve hangi yollarla gerçekleştirilebileğini ancak Resulullah’ın (s.a.a.) varlığı ile anlayabilecek ve bundan sonra tam kamil manasıyla Allah’ı (c.c.) ilah olarak kabul edebilecektir. Öyle ki bu hakikat gereği Allah (c.c.), Resulullah’ın (s.a.a.) adının kendi mübarek isminden sonra anılmasını imanın gereği olarak insanlara bildirmiş ve insanlara eğer kendisine itaat etmiş olmak istiyorlarsa Resulullah’a (s.a.a.) itaat etmeleri gerektiğini hatırlatmıştır (Nisa 80). Zira kendi heva ve hevesinden hiç konuşmayan Resulullah’ın (Necm 3) bütün sözleri Allah’ın (c.c.) vahyidir ve o vahiy, alemi var edenin nurunun, o nuru aktarabilecek yegane kanaldan insanlara ulaşmış halidir.

Rahman ve Rahim olan Allah (c.c.) (Fatiha 3), bu hakikate binaen “alemlere rahmet olarak gönderdiği Resulullah’ın (s.a.a.)”(Enbiya 107) varlığı ile alemleri ilişkilendirmiş ve alemlerin varlık sebeplerini, yarattığı bu nurun varlığına bağlı kılmıştır ki bu nur bütün aleme “Allah’tan” gelmiştir (Maide 15). Yaratılan her şey kendi içinde bu nurdan faydalandığı ölçüde ayakta kalmakta, güneş bu nur ile ısı ve ışık saçmakta, dünya bu nura olan bağlılığından dolayı dönmekte, mevsimler, gece ve gündüz bu nur hürmetine birbirini ardına gelmekte velhasıl en küçük zerreden en büyük varlığa kadar canlı cansız bütün yaratılmışlar bu nura ihtiyaç duymaktadır. Bu hakikat “sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadisi kutsisi ile gün yüzüne çıkmış, bütün alemler ve felekler O’nun (s.a.a.) hürmetine yaratılmıştır. Yani Allah (c.c.) yarattığı her şeyin özüne kendinden olan bu ruhu üflemiş, her şeyin cevherini bu öz ile harmanlamış ve canını yani varlığını bu özü korumasına bağlı kılmıştır. Hücrelerinde bu nurun olmadığı herhangi bir varlığın, var olabilme ihtimali yoktur, zira bu, varlığı var edenin var edişine tezat oluşturacaktır. Kendi (c.c.) nurunu Resulullah (s.a.a.) ile gönderen Allah (c.c.), Kendinin (c.c.) tecellisini ve yansımasını bu nur üzerinden aleme sunmuştur ki bundan mahrum olanın var olma ihtimali yoktur. Özü olmayan zaten var olmayandır.

İşte bu hakikat gereği tüm kainat Resulullah’ın (s.a.a.) nuruna muhtaçtır ki bu yüzden Adem (a.s.) yaratılmadan on dört bin sene önce yaratılmış olan Resulullah (s.a.a.), kendisinin “Adem (a.s.) ruh ile ceset arasında iken peygamber olduğunu” bizlere bildirmiştir. Çünkü O’nun (s.a.a.) varlığı ile alemler ancak varlık zemini bulabilmişlerdir. Resulullah (s.a.a.), “Peygamberlerin ilki olduğum halde, onların hepsinden sonra gönderildim” diyerek aslında bütün peygamberlerin (a.s.) gönderiliş sebeplerinin, külli hakikatin ineceği zemin olan insanı ve alemi bu külli hakikate hazır hale getirmek olduğunu da bizlere beyan etmiştir. Ki böylece insanoğlu elest bezminde verdiği sözü hatırlayıp o sözün hakikatine kalplerini açabilecek olgunluğa erişebilsin, hakikatin yükü dünyanın pisliğine bulandığı için kendinden bihaber olmuş olan insana ağır gelmesin. “Allah’ı (c.c.) unuttuğu için Allah’ın (c.c.) kendilerine kendilerini unutturduğu” (Haşr 19) insanlar topluluğu, ancak gelen nurun ateşinde kalplerinin kirini yaktıkça, temiz olarak geldikleri aleme temiz olarak geri dönebilme imkanına kavuşacak, özlerinde bulunan nur ile o nurun mücessem halinin birlikteliğine, hem dem oluşuna müsade ederek yaratılışın künhüne varacaktır.

Resulullah (s.a.a.) ile mücessem hale gelmiş olan nur, O’nun (s.a.a.) Ehl-i beyti (a.s.) ile varlığını sürdürmeye devam etmiş, kıyamete kadar da bu nur Ehl-i beyt (a.s.) vasıtasıyla bu alemdeki varlığını devam ettirecektir. Aksi takdirde yaşam son bulacak, alemler dağılacaktır. Ehl-i beytin (a.s.) varlığı bu anlamda tevhdin ve alemin bir arada tekamüle doğru ilerlemesinin de garantisidir ve alem ehl-i beyt (a.s.) kaim olmaktadır. İmamlar (a.s.) bu nurun varlığını korumak ve bütün yaratılmışları, o yaratılmışların kendi düşmanlıklarına rağmen, var oluş hedeflerine ulaştırmak için mücadele etmişler, İmam Hüseyin (a.s.) gibi bu nuru kanları ile daha çok parlatmışlar ve hakikat menbaı olduklarını ispatlamışlardır. Yine bu meyanda bugün Resulullah’ın (s.a.a.) nuru, Mehdi İnkılabı olan İran İslam İnkılabı ile tüm dünyanın düzeninin ayakta kalmasına ve insanlığın varlığını sürdürmesine vesile olacak şekilde parlamakta ve tüm mevcudatın düşmanı olan zalimlerin, kendilerini de yok etmeye neden olacak ahmakça saldırılarına karşı dimdik ayakta durmaktadır. Kainatın özü olan insanın özü olan nuru temsil eden ve varlığını koruyan İslam İnkılabı bu anlamda sadece ümmet için değil, bütün insanlık için ve hatta var olan canlı cansız her türlü mahlukat için yegane ümit kaynağı olmakta, Allah’ın (c.c.) rahmetinin yeryüzünden uzaklaşmasına mania teşkil etmektedir.

Bunun en belirgin örneği olarak Resulullah’ın (s.a.a.) nurunun düşmanı olan şeytanın, bugünkü uşaklarının tüm gücü ile İran İslam İnkılabına saldırması, batıl cephesinin yegane hedefinin İslam İnkılabı ve İmam olması gösterilebilir ki bu cephe her daim nurun düşmanı olmuş, o nuru ortadan kaldırmak için bütün gücünü seferber etmiştir. Geçmişte peygamberleri (a.s.), Resulullah’ı (s.a.a.) ve İmamları (a.s.) hedef alan bu cephe, temiz nesillerden yine tertemiz nesillere aktarılan ve bugün artık cihan şümul bir İnkılabın başında bulunan nura, günümüzde de kin kusarak, ilelebed var olan ve var olacak olan hak – batıl savaşında hakkı kimlerin savunduğunu da ispat etmiş olmaktadır. İslam İnkılabı ile tekrar açıktan zuhur etmiş olan nur, seyri helaka doğru gitmekte olan alemi, alemin düşmanlarına karşı savunmaya başlayınca ve her alanda insanlığı ve yaratılanları kendi kemallerine ulaştıracak hakikatleri onlara yine sununca, uçurumun kenarında bulunan varlık alemi, hakikatin güvenli ve huzur verici kollarına kendini bırakmaya ve özüne sahip çıkmaya başlamıştır.

Böylelikle zulmün çizdiği maddi manevi sınırlar yerle yeksan olmuş, din, mezhep, dil, ırk vb. ayrıştırıcı kavramlar türedikleri batılın karanlık tarihine bir daha geri dönmemek üzere gönderilmiş, yaratılış itibari ile kardeş olan insanlar özlerindeki cevheri keşfederek hem vahdeti hem de tevhidi kabullenmeye hazır hale gelmişlerdir. Bu tevhid içinde Allah’tan (c.c.) başka ilahlık taslayanların red edildiği tevhid olduğu gibi, Muhammedi (s.a.a.) nurun yansımasının ve parıltısının da bulunduğu tevhid olarak kendini belli etmiş, İmam’ın şahsında insanlar İnkılaba ve bu İnkılabın kökü olan Resulullah’ın (s.a.a.) nuruna ve böylece de Allah’ın (c.c.) nurunun tecellisine maşuk olmuşlardır.

İslam İnkılabının yaptığı tatbikate “Muhammed Resulullah” ismini koyması bu anlamda asla tesadüfi değil, aksine hakikat düşmanlarına karşı hakkın sesi olduğunun ilanıdır. Batılın bütün çabalarına ve onlarca asırlık mücadelesine rağmen, varlığın nurunun korunduğunun ifadesi olarak o nurun temsilcileri, nurun gücünü göstermek adına tatbikatlerine bu ismi takmış ve mesaj mazlumların yüreğinde ümide, zalimlerin yüreğinde ise yeise dönüşmüştür ki olması gereken de budur çünkü hakikat budur. Bu nur sönmeyecek bir nurdur ve “onlar, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isteseler bile, Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır;” hem de “kafirler istemeseler de”(Saff 8) bu Allah’ın (c.c.) vaadidir.

siyasetmektebi.com

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu